BİSİKLETLE İRAN TURU: TAHT-I SÜLEYMAN’A GİDİYORUZ
Bisikletle İran Turu nihayet başlıyor. Tebriz’de geçirdiğimiz 5 gece 6 günden sonra pedalların çevrilme, tekerlerin dönme zamanı gelmişti. Oldukça heyecanlıydık. Kolay değil neredeyse 6 yıldır bugünün hayaliyle yaşıyorduk, bir gün bile dile getirmediğimiz gün olmuyordu.
Tebriz’e bisikletlerimizle ulaştığımızda “evet sanırım hayalimiz gerçek oluyor.” demiştik. Ancak yine de eksik bir şey vardı. O eksik ise bisikletlerimizle alacağımız yol, geçeceğimiz şehirler ve ülkelerdi.
Şimdi artık İran’da bisikletlerle yola koyulma vakti geldi. Bugün tarihe geçsin yola çıkıyoruz.
Bu arada Tebriz gezimizi okumak için tıklayabilirsiniz.
Veda Zamanı
Çantalarımızı bir gece önce hazırlamıştık. Sabah kalkıp ilk işimiz odada güzel bir kahvaltı yapmak oluyor. Otelin hemen altında kahvaltı malzemeleri satan küçük bir dükkan var. Bal, peynir, kaymak vb.malzemeleri oradan alıyoruz. Kaldığımız süre boyunca zaman zaman otel odasında benzin ocağımızı açıp hem kahvaltı hem de akşam yemeklerini hazırladık.
Kahvaltıdan sonra da odayı boşaltıp, tüm çantaları ve bisikletleri otelin önüne indiriyoruz. Otelin sahibi Ahmet Abi ile de vedalaşıp, Erfan ve Omid’in dükkanına doğru pedallıyoruz.
Pedallıyoruz pedallamasına da ben gidonu kontrol edemiyorum. Defalarca tura çıkmış olmama rağmen bisikletim ilk kez bu kadar yüklü ve önde de çantalarım var. Soulrider Frameworks’ten Yasin tur için bana yeni bir çelik maşa yapmıştı. Bisikletin açısı vs değişti tabi, bir süre sonra alışıyorum. Bir yandan da gözüm Yasemin’de… O da biraz gidonu ile boğuşuyor gibi ama daha hafif olduğu için çok da zorlanmıyor.
Kısa bir sürüşün ardından dükkana varıyoruz Omid her zamanki gibi dükkanda yok, nargile içmeye gitmiş. Erfan bizi karşılıyor. Soğuk bir şeyler içip vedalaşıyoruz. Omid’i de görmek isterdik ancak maalesef çok da vaktimiz yok.
Tebriz’den Bisikletlerle Ayrılıyoruz
Bir önce yazımızı okuyanlar (okumak için tıklayın) ve Vlog’u izleyenler (izlemek için tıklayın) hatırlayacaktır. Tebriz’de trafik tam bir kaos. Belki diğer İran şehirlerinde daha da kötü olacak ancak şu anda gördüğümüz tek İran şehri olduğu için “kaos” yakıştırmasını Tebriz alıyor. Fakat bir avantajımız var; Türk bayrağı… Bisikletlerimizin arkasına astığımız bayrakları görenler yol boyunca korna çalıp, selam veriyor. Bayrak bize bir koruyucu kalkan gibi… Burada Türkiye’den gelenleri çok seviyorlar. Bu nedenle trafikte de biraz ayrıcalıklıyız.
Bir an önce şehirden çıkmak istiyoruz. Çünkü bu kaos can sıkıcı olabiliyor. Ancak gelin görün ki şehirden çıkmak o kadar da kolay değil. Git git bitmiyor bu şehir… O an şehrin aslında ne kadar büyük olduğunu bir kez daha fark ediyoruz. Biz yürüyerek önemli tüm noktaları gezdik evet ama bir de şehrin dışındaki mahalleler varmış.
Neyse, yaklaşık bir 20 km sürdükten sonra karnımız acıkıyoruz. Bir hamburgerci buluyoruz. Adı, “Hi Burger”. İçeri girip siparişimizi veriyoruz. Burada bir noktaya değinmekte fayda var. Hamburgeri gözünüzde Türkiye’de aldıklarınızla eşdeğer bir boyutta düşünmeyin. İran’da hamburger devasa büyük geliyor. 3 hamburger, 3 kola ve ortaya da bir patates söylüyoruz. Fazlasıyla doyurucu bir menü, zaten bitirmek için kendimizi zorluyoruz. 270.000 toman (yaklaşık 135 TL) ödeme yapıyoruz. Tabi öncesinde bir taarof (taruf) seremonisi eksik olmuyor.
Tabi yemek yerken hamburgerci ile de muhabbet ilerliyor. Hem Türkiye’den gelmemiz hem de bisikletle gelmiş olmamızdan dolayı ilgi kaynağıyız. Çıkışta hatıra fotoğrafımızı çektirip, yola devam ediyoruz.
Basmenj’e Hoş Geldiniz
Dürüst olmak gerekirse Tebriz’den ne ara çıktık da yeni bir şehre geldik anlamadık. “Biz ne zaman Tebriz’den çıkarız acaba?” diye kendimize sorarken bir anda karşımıza BASMENJ yazılı bir meydan çıktı. Evet, Tebriz’den çıkmış ve yeni bir şehre gelmiştik. Küçük bir şehir, hızlıca pedallayıp, son yokuşunu da çıkıyoruz.
Zaten Tebriz’den geç saatte çıkmıştık. 35 km sonunda da havanın kararması yaklaşmıştı. Kamp yeri bulmak zorundaydık. Haritaya bakıyoruz Kuru Göl diye bir yer gözümüze çarpıyor. Ancak 25 km kadar ötede… Ortalama 10-12 km/s hızla gittiğimizi düşünürsek hava kararmadan oraya varmamız mümkün değil.
Abgoosh yapan bir dükkanın önündeyiz. Türk bayrağını gören bir abi yanımıza geliyor. Konuşmaya başlıyoruz. Selamlaşma ve Türkiye’den gelme mevzusunu konuştuktan sonra nerede kamp kurabileceğimizi soruyoruz. O sırada Abgoosh dükkanının sahibi de yanımıza geliyor. Bize bu yakınlarda kamp kurabileceğimiz bir yer olmadığını, tamamen otoyol kenarı olduğunu söylüyorlar. Dükkanın sahibinin adı Kerim. Kerim Abi, ısrarla gidemeyeceğimizi, yol kenarında kamp kurmanın iyi olmayacağını üstüne basa basa söylüyor. Basmenj’e dönüp, şehirdeki Park-ı Misafir’de çadır kurabileceğimizi de ekliyor. Kerim Abi’nin samimi ve dostane konuşması güven veriyor. “Siz gidin ben de 20.00’de dükkanı kapatıp, 22.00’de geleyim. Kızı da alırım parkta oynar.” diyor. Biz her ne kadar gerek yok, biz başımızın çaresine bakarız desek de gelecek gibi duruyor. İçimizden “taarof” diye düşünmeden de edemiyoruz. Vedalaşıp, geldiğimiz 6,5 km yolu aynen geri dönüyoruz. Park-ı Misafir’i bulup bir kamelyanın altına çöküyoruz. Park, geniş bir alana yayılmış. İçerisinde güvenlik, WC, çeşme de var. Güvenlikle konuşuyoruz “Tamam, kalabilirsiniz” diyor. İran’da ilk kampımızı bir parkta yapacağız.
İran Misafirperverliğiyle Tanışıyoruz
Hava kararmaya yakın çadırımızı kuruyoruz. Yemeğimizi yapıp yiyoruz. Menü de bulgur pilavı ve tarhana çorbası var. Yemeği bitirip, bulaşıkları hallettikten sonra oturuyoruz. Ben (Murat), Yasemin ve Mali’ye “Saat 22.00’ye gelmek üzere, taarof yapmış adam” dememin üzerinden sadece 5 dakika geçiyor. Saat, tam 22.00’de Kerim Abi parka eşi ve çocuklarıyla birlikte gelince çok şaşırıyoruz. Üstelik ellerinde de bir sürü yemek ve içecek var.
Sonrasında gece 12’ye kadar Kerim Abi, eşi Pervane Abla, çocukları Mobin ve Mobina ile çok keyifli bir sohbete dalıyoruz. İran’dan, Tebriz’den, Kerim Abi ve Pervane Abla’nın birbirlerine olan aşklarından, çocuklarından, bizlerden ve ailelerimizden konuşuyoruz. En çok da Kerim Abi ve Pervane Abla’nın birbirlerine olan sevgileri ve aşkları dikkatimizi çekiyor. O kadar misafirperver ve iyi niyetli insanlar ki… Onlar için olabilecek tüm iyi dilekleri diliyoruz. Çocukları Mobin, üniversiteyi bitirmek üzere, Mobina ise ilkokula gidiyor. Mobin, İstanbul’daki üniversitelerden davet de almış. Ancak Pervane Abla’nın içi el vermemiş çocuğundan ayrılmaya… Pervane Abla’ya Mobin’i İstanbul’a göndermesini söylüyoruz.
Zaman hızlı geçiyor. Basmenj geceleri soğuk oluyormuş. Dışarıda üşümeye başlıyoruz. Saat de artık geç olmuştu. Kerim Abi ve ailesi toplanıyor. Ancak Kerim Abi soğuğu görünce ısrarla bizi eve götürmek istiyor. Evleri küçükmüş, en başta da o yüzden bizi davet etmediklerini biliyoruz; çünkü defalarca özür dilediler. Şimdi Kerim Abi, üşüyeceksiniz burada diyerek ısrarla bizi eve götürmek istiyor. Ona tulumlarımızı ve kıyafetlerimizi gösteriyoruz. Daha önce karda yaptığımız kamplarımızı gösteriyoruz. İkna ediyoruz. Yarın sabah saat 10.00’da dükkana gelip, kahvaltı yapacaksınız diye bizden söz alıyor.
Yarın görüşmek üzere vedalaşıyoruz. Biz de çadırlarımıza giriyoruz. İran’da ilk kampımızı bir parkta, kamelya altında yapıyor olmak garip olsa da bunun normal olduğunu sonraları anlayacağız. Çadırda, halkın ne kadar misafirperver ve içten olduğunu konuşuyoruz. Kerim Abi ve ailesinin bize gösterdiği ilgiye şaşkınlığımız uzun süre devam ediyor.
Sabah kalkıp, hazırlanmamız biraz vakit alıyor. Kerim Abi’ye saat 10.00 için söz vermiştik ancak anlaşılan yetişemeyeceğiz. Saat 10’da Kerim Abi arıyor. Dakik insan gerçekten… “Abi geliyoruz, yoldayız.” diyoruz. Dün akşam gidip, döndüğümüz yolu bir kez daha gidiyoruz. Saat 11’i geçerken Kerim Abi ile tanıştığımız dükkana varıyoruz. Kerim Abi, Azeri lehçesiyle “Nerede kaldınız!” diyor. Ardından hızlıca bizi içeri buyur ediyor. İran’da yerel birinde yaptığımız ilk kahvaltı olacağından Yasemin ve ben heyecanlıyız. Sofraya bir bir yiyecekler geliyor. Alıştığımız bir Türkiye kahvaltısı değil. Ancak bizim için çok zengin bir sofra hazırlamış.
Bu arada İran’da Türkiye’de satılan ekmekler gibi ekmek aramayın. Burada ekmeğe çörek diyorlar. İncecik, kağıt gibi, lavaş gibi bir şey… Bir de “berberi” dedikleri bir çeşit var. Bu da uzun mu uzun bir şey. Bizim alıştığımız ekmek yok. Tebriz’e vardığımızdan beri arıyoruz ancak bulamadık. Bir süre sonra da bulamayacağımızı zaten kabulleniyoruz. Yine fırın kavramları bizim gibi değil… Bir fırın ya da unlu mamüller dükkanları yok. Pastane gibi yerler var ancak sattıkları tek şey tatlı şeyler, onların deyimiyle “şirin”. Tatlıya, “şirin” diyorlar.
Neyse, biz dönelim Kerim Abi’ye… Kerim Abi, sofrada hiçbir şeyi eksik etmiyor. Bir güzel karnımızı doyuruyoruz. Kahvaltıdan sonra sohbet etmeye devam ediyoruz. Arabasını gösteriyor, içi Türkiye ile ilgili şeylerle dolu. Tam bir Türkiye sevdalısı Kerim Abi. Tabi ki en çok da İbrahim Tatlıses’i seviyor. Buraya geldiğimizden beri en çok duyduğumuz şeylerden biri de “İbrahim Tatlıses”. Sanım İran’da cumhurbaşkanlığına adaylığını koysa kazanır. O derece çok seviliyor.
Kerim Abi ile vedalaşıyoruz. Bize yolluk bir şeyler hazırlamak istiyor. Kabul etmiyoruz. Tembihliyor, “ne zaman neye ihtiyacınız olursa, beni arayın. pulunuz da biterse söyleyin göndereyim.” Gerçekten çok özel birisi. Hem kendisi hem de ailesi. İran’da evet taarof diye bir gerçek var. Ancak Kerim Abi’nin asla taarof yapmadığı bir gerçek. Kendisine ve ailesine ne kadar teşekkür etsek az olur.
Yola koyulma zamanı… Önümüzde bilmediğimiz uzun bir yol var. Yolda ilgi odağı olmaya devam ediyoruz. Yanımızdan bir SUV geçerken selam veriyor. Selamını alıp yola devam ediyoruz. Yarım saat sonra önümüz kesiliyor. Araçtakiler durduruyor bizi. Bir dizi emlak, market gibi dükkanların olduğu bir sıra var. “Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz” soruları başlıyor. Hava sıcak… Nasıl birileri olduklarını anlamaya çalışırken, dondurma ve su geliyor. Ardından emlak dükkanına davet ediyorlar. İçerisi klimalı, elimizde de soğuk su ve dondurma var. Hemen giriyoruz. Abiler yolda bizi görünce hemen hazırlık yapmışlar. İçlerinden biri de bisiklet turcusu. Konu konuyu açıyor, yarım saat hem dinleniyoruz hem de sohbet ediyoruz. Ardından da izin isteyip, pedallamaya devam ediyoruz.
İkinci Gece Kampımız Bostanabad’da
Kuru Göl’e gitmekten vazgeçmiştik. Hedefimiz artık Bostanabad kasabasındaki parka ulaşmak ve orada kalmak. Basmenj’deki Park-ı Misafir’de rahat bir gece geçirmiştik. Bu nedenle Bostanabad’daki parka çadır kurma fikri aklımıza yatmıştı. Hem parklarda su, güvenlik ve WC de var.
Ana yoldan değil, hemen yanındaki stabilize bir yoldan sürüyorduk. Sol tarafımızda ana yoldan vızır vızır araç geçerken, sağ tarafımız düzlükler ve dağlarla çevrili… Bir sürü ile karşılıyoruz, az ileride de çobanı görüyoruz. “Gelin çay içelim sonra yola devam edersiniz” diye sesleniyor. Bir yanımız içmek istiyor ancak diğer yanımız da yola devam etmek istiyor. Teşekkür edip, yola devam ediyoruz.
İlerlediğimiz stabilize yol çok geçmeden ana yola bağlanıyor. İran’da karayolları ağı Türkiye’deki gibi değil. Türkiye’de bir yerden yere giderken köy yollarından ya da alternatif başka yollardan gitmeniz de mümkün. İran’da belli başlı ana yollar var ve şehirleri birbirine bu yollar bağlıyor. Biz de ana yoldan ilerlemeye devam ettik. Çok keyifli bir yol değil, araçların gürültüsü rahatsız ediciydi.
Birkaç kilometre sonra karşımıza bir tünel çıkıyor. Evet, şimdi bir karar vermemiz lazım. Tüneller yolu kısaltıyor ancak bisikletliler için tehlikeli yerler. Neden? Araçların egzozundan çıkan zehirli gazlar tünelin içini dolduruyor. İran’daki araçların egzozunu düşününce karşımızdaki tünelin içinin bu gazlarla dolu olduğuna eminiz. Diğer bir neden tünelin içerisinde bizi fark edemeyip çarpabilirler. Peki alternatifimiz ne? Tünelin alternatif yolu da hemen karşımızdaki tepenin üzerinde duruyor. Üçümüz de orayı tırmanmak istemiyoruz. Tatsız, tuzsuz ve dik bir yol.
Maskelerimizi takıyoruz, artık ne kadar korursa. Önde ben (Murat), ortada Yasemin ve arkada da (Mali) olacak şekilde tünele giriyoruz. Aydınlatma fena değil, emniyet şeridi geniş… Korktuğumuz kadar kötü çıkmıyor. Ancak tünelden geçen kamyonların yankısı son derece ürkütücü. Genzimiz hafif yanmaya başlıyor. İçerisi egzozdan çıkan gazlarla dolu… Sür sür bitmiyor… İçimden “Kaç kilometre bu tünel?” diye geçirmeye başlıyorum. Kaç dakika gittik hatırlamıyorum ama tünel nihayet bitiyor. Geriye dönüp baktığımızda tünelin ağzından buram buram egzoz gazı çıktığını gördük. “İyi ölmedik burada” deyip, biraz dinleniyoruz. Ardından da toparlanıp pedallamaya devam ettik.
Tünelden sonra yol iniş… Birkaç saate Bostanabad’a varıyoruz. Parkı bulduk, ancak Basmenj’deki parka kıyasla çok kalabalık. Parkın bekçisi ile konuşup, kalabilmek için izin aldık. Etrafımızı çocuklar ve gençler sarıyor. Sorular, merakla incelmeler derken bir süre sonra rahatsızlık verici bir boyuta ulaşıyor. Birçoğunun derdi bir şekilde Türkiye’ye gelmek. Türkiye’ye nasıl gelebileceklerini, nasıl iş bulabileceklerini ve yardımcı olup olamayacağımızı soruyorlar. Bu arada biz Türk bayraklarını kapatmıştık. Çünkü parkta bizi tedirgin eden birşey vardı. Üç genç geldi, ellerinde çay ve kurabiyelerle… “Hoş geldiniz. Perçemi (bayrağı) kapatmayın, o bizim için kutsaldır. Yaşasın Azerbaycan” deyip, ikramlarını verip gittiler. “Yaşasın Azerbaycan” sözünü buradaki Azerbaycan Türkleri çok kullanıyor.
Geceyi parkta geçirip, sabah erkenden toplanıp yola koyuluyoruz. Ana yoldan devam ediyoruz ve araç trafiği tahmin edebileceğiniz üzere çok yoğun… Geniş emniyet şeridinden sürüyoruz.
Kum Fırtınasına Yakalandık
Fakat bugün hava da bir garip… Rüzgarlı ve rüzgar da maalesef tam karşıdan esiyor. Karşıdan esen rüzgar, bir süre sonra esmeyi bırakıp, kelimenin tam anlamıyla bizi dövmeye başladı. Üstelik zaman zaman kum fırtınası da ekleniyor. İlerlemek çok çok zor. Bisikleti ayakta tutmakta zorlanıyoruz. Hele ki hafif rampa tırmanmaya başlayınca, her şey daha da çekilmez oluyor. İşin kötü tarafı ise daha 20 kilometre bile süremedik.
Rüzgara kafa ata ata ilerlemeye çalışırken ileride bir araç ve şoförünü görüyoruz. Belli ki bizi bekliyor. Yaklaşınca tanımaya başlıyoruz. Sürpriz… Karşımızda Omid var. 🙂 Omid’i hatırlıyorsunuz. Tebriz’de bisikletlerimizi kurmuştu. Tahran’a gidiyormuş, bizi yolda görünce beklemiş. İyi de oldu… Biz dükkana vedalaşmaya gidince Omid yoktu. Onunla da burada vedalaşmış olduk. Rüzgardan dert yanıp, yola devam ediyoruz.
Artık yol ilerlenecek gibi değil… Tüm enerjimizi rüzgara verdik. Üstüne kum fırtınası da olunca iyice yıldık. Uzakta bir köyü gözümüze kestirdik. Oraya sürüyoruz. Türkçe adı ile “Akçaköy”… Hemen köyün bakkalına gidip, tanıtıyoruz kendimizi. Tabi ki Türkçe konuşuyorlar. Köye çadır kurmak için izin istiyoruz. Bir süre sonra evlerden birine konak olmamızı teklif ediyorlar. Ancak biz çadırda kalmakta ısrarcıyız.
Çadırlarımızı bir evi siper alıp kuruyoruz. O sırada köyün kadınları gelmeye başlıyor. Bir süre sonra da köydeki diğer insanlar. Ve ısrarla eve gelmemizi, burada harap olup üşüyeceğimizi söylüyorlar. Kendilerini en sonunda ikna ediyoruz. Bu sırada Yasemin ilgi odağı 🙂 Köyün teyzeleri onunla konuşuyor. Teyzelerden biri, bir ara gidip geliyor. Hanım Sultan isimli bu teyzemiz, kendi ördüğü atkı ve bereyi Yasemin’e hediye ediyor. Sonra da bize enfes bir ayran getiriyor. Sadık Amca ise yemek için çörek getiriyor. Köylüler etrafımızda resmen pervane oluyor. İlgi karşısında biz de biraz şaşkınız. Yemek hazırlıyoruz kendimize; menü de tarhana çorbası ve makarna var. Yemekten sonra Yasemin: “Ben teyzelere çay içmeye gideyim, belki masal da anlatırlar” deyip gidiyor. Yasemin, bu turda masal toplayacak. Biz de çadırlara çekiliyoruz. Birkaç saat sonra Yasemin yüzünde güller açarak geliyor. Sadık Amca’lara gitmiş. Sadık Amca, Şengül ile Mengül ve Cemşid Padişah masallarını anlatmış. Yasemin de kayda almış.
İyi hadi uyuyalım, yarın yolumuz uzun derken çadırın dışında bir ses duyuyorum. Hemen dışarı bakıyorum; Sadık Amca gelmiş. Elinde de battaniye… Yasemin üşümesin diye getirmiş. 🙂
Rahat bir gece geçiriyoruz. Zaten hemen uyumuşuz, o kadar yorgunduk ki… Sabah kahvaltımızı yapıyoruz. Bisikletleri toplayıp, köy bakkalına uğrayıp, veda ediyoruz.
İlk Kez İran Polisi Bizi Çeviriyor
Açık söylemek gerekirse bugün nasıl geçecek merak ediyoruz. Çünkü dün kum fırtınasına yakalandığımızda rüzgar bizi iyi hırpalamıştı. Ancak korktuğumuz olmuyor. Evet, rüzgar yine var ancak dünkü kadar şiddetli değil. Yol boyunca bayrağı görüp, selam verenlere karşılık veriyoruz. Biraz pedalladıktan sonra da ileride duran bir araç dikkatimizi çekiyor. Artık alıştık, bizi beklediğini biliyoruz. İki tane dost yolda kenara çekmiş gelmemizi bekliyor. Yanaşıp, hemen tanışıyoruz. Önce çay ikram ediyorlar, ardından da meyve. Bir tanesi Tebriz’de yaşıyor, diğeri ise Kanada’da yaşıyormuş. Ayaküstü sohbet ediyoruz. Ardından da teşekkür edip ayrılıyoruz. Meyve ve çay tam zamanında gelmişti. Acıkmaya başlamıştık. 10 dakika sonra da zaten bir dinlenme tesisine girip, çardağın bir tanesine yerleşiyoruz. Yemeğimizi yedikten sonra dikkatimizi biri çekiyor. Eski bir Vespa’sı var. Yanımıza geliyor, selamlaşıyoruz. Bu abimiz kalkmış, 40 yaşındaki Vespa’sı ile yollara düşmüş… Hem de İtalya’dan Hindistan’a gidiyor. İran’dan sonraki durağı Pakistan, ardından da Hindistan’a ulaşacakmış. İsmini bir türlü anlamadığımız ve sonrasında da tekrar sormaya utandığımız abimize sorularımızı arka arkaya soruyoruz. Kendisinin bir de blog sitesi var. Takip etmek isteyenler için adresi de buraya bırakalım. https://vespup.com/en/
Abimizle vedalaşıp biz de vakitlice yola koyuluyoruz. Daha gidecek çok yolumuz var. Dağ yolu rotasını seçtiğimizden önümüzdeki günler çok daha zor olacak. Uzun bir süre pedalladıktan sonra bir köye sapıyoruz. Yolu biraz karıştırdık gibi emin olmak istiyoruz. Köylülere soruyoruz… Ama sormasak daha iyiydi. Kendi aralarında (abartmıyorum) 30 dakika boyunca yolu tartıştılar. Bizim gösterdiğimiz haritaya da pek inanmadılar. En sonunda bir iki tanesinden işimize yarayacak bilgiler alabiliyoruz. Köyün dışında bir akarsu buluyoruz. Sazlıkların arasından dalıp, hem gözden uzak hem de yola yakın olacak şekilde kampımızı kuruyoruz. Yoldan gözükmek istemiyoruz. Tüm dikkatleri de üzerimizde toplamak istemediğimizden kendimizi gizleyecek bir noktayı seçiyoruz. 4 gün sonra otoyoldaki araç gürültüsünden uzak sessiz ve sakin bir gece geçirdik.
Sabah toparlanıp, kahvaltımızı yapıyoruz. Menü çok farklı değil; omlet, peynir, helva, domates, salatalık… Kahvaltıdan sonra da yola koyuluyoruz. Önümüzde Karaağaç diye bir kasaba var. Orada bir parkta çadır kurmaya niyetliyiz. Yolumuz da artık ana yoldan değil… Artık köy ve dağ yollarından gideceğiz. Taht-ı Süleyman yolunun asıl zor kısmı da şimdi başlıyor. Çünkü artık sadece dağlar var.
Yasemin ve Mali’yi önden gönderiyorum. Arkada kalıp biraz fotoğraf çekmek istedim. Ben fotoğraf çekerken bir kamyon durdu, içeriden bir abi inip selam verdi. Azerbaycan Türk’ü… Tanışma faslından sonra isminin Halil İbrahim olduğunu öğrendim. Telefon numarasını verdi ve bir sıkıntı olursa onu aramamı söyledi. Tabi bu sohbetten dolayı da Mali ve Yasemin’in biraz arkasında kaldım. Onlara yetişmek için hızlı bir şekilde sürerken, yanımdan beyaz bir Sapia geçiyor, içerideki iki kişi de geçerken iyice süzdü beni. Neyse dedim ve pedallamaya devam ettim. Yasemin ve Mali’ye yetiştiğimde Sapia’nın onları durduğunu ve pasaportlarını kontrol ettiğini gördüm. Bu Yasemin’le benim ilk kez İran’da polis kontrolüne takıldığımız andı. Gerçi ben takılmadım, Yasemin takılmış oldu. Çünkü bana bir şey demeden aynen geri gittiler. Dağın başında bizi nasıl bulduklarını hala merak ediyoruz.
Yeni Dostlarla Tanıştık
Üçümüz pedallamaya devam ediyoruz. Bir köyde mola verip, yemek yedik. Ardından pedallamaya devam… Akşam üzerine doğru Karaağaç’a varıyoruz. Karaağaç’ın tam girişinde otomobil tamircilerinin önünde bizi durduruyorlar. Aralarından biri öne çıkıp, tanışma faslını başlatıyor. Türkçesi de çok çok iyi. İsmi Mehdi… Hemen yanında arkadaşları var. Daha sonra da bisikletli biri daha geliyor. Onun da adı Habip… Medhi ve Habip bizim İran’da edindiğimiz en özel dostlarımızdan ikisi. Biz çadır kurmak için park sorarken, onlar ne yapıp edip Karaağaç’ta boş bir daire buldu ve bizim orada konak olmamızı sağladı. Habip bizi hemen anne ve babasının yaşadığı apartmanın karşı dairesine yerleştiriyor. Akşama da bir restoranda buluşmak üzere sözleşip, gidiyor. Bizim Dünyaperestiz olarak konuk olduğumuz ilk İran evi burası oluyor. Geniş bir salon, salonun bir parçası mutfak. Banyosu ve duşu da var. Gayet mutluyuz. Duş alıp, hazırlanıp bisikletlerimizle birlikte sözleştiğimiz restorana gidiyoruz. Kapıda Habip bizi dünyalar tatlısı kızı ile karşılıyor. İçeride ise Mehdi bizi bekliyor. Habip çok durmadan bize veda ediyor. Akşam çaya gelecekmiş. Mehdi, Yasemin, Mali ve ben de yemeğe oturuyoruz. Mehdi sofrada boş yer bırakmıyor. Birçok şey sipariş ediyor. Keyifli ve samimi bir sohbet yaparken, içeri sakallı iki kişi giriyor. Mehdi ile Farsça konuşmaya başlıyorlar. Sivil polisler… Pasaportlarımız alınıyor, her bir sayfa detaylı bir şekilde inceleniyor, fotoğrafları çekiliyor. Ancak dikkatimizi bir şey çekiyor; polisler pasaportta yazanları okuyamıyor. Benim yıllar önce aldığım Polonya vizesini, İran vizesi sanıyorlar. Oysa İran bizden vize istemiyor. Latin alfabesi ile yazıldığından ve Farsça dışında başka bir dil bilmediklerinden biraz saçmalıyorlar. Neyse gerekli işlemleri yapıp, notları alıp, durumu anlayınca “iyi akşamlar” deyip veda ediyorlar. Onlar gittikten sonra sohbetin keyfi kaldığı yerden devam ediyor. Mehdi, hesaba katiyen bizi karıştırmadan ödüyor. Çok ısrar ediyoruz ama Mehdi çok net. “Gelin, Karaağaç’ta bir tur atalım.” diyor. Dükkanına sürüp, bisikletleri dükkana koyuyoruz. Arabaya atlayıp, Karaağaç turuna başlıyoruz.
Karaağaç, küçük bir şehir, hatta kasaba. Bu yüzden yaptığımız tur da kısa sürüyor. Aklımızda kalan en ilginç bilgi ise kadınların girmesinin yasak olduğu bir caddesi var. İran’da sadece bir iki yerde böyle bir şey kalmış. Biri de Karaağaç. Mehdi’nin dükkana dönüp, bisikletleri alıyoruz. Yarın sabahtan vedalaşmak için sözleşip, ayrılıyoruz. Biz de eve pedallıyoruz.
Eve varmamızın hemen ardından da Habip, kızı Sevda ve kız kardeşi Solmaz ile çıkıp geliyor, arkasından da çaylar tabi ki. Uzun uzun sohbet ediyoruz. Habip, İran’da öğretmen. Aynı zamanda bisikletsever biri. Yarın bize bir arkadaşı ile beraber belli bir yere kadar bisikletle eşlik edeceğini söylüyor. Seviniyoruz. Habip’le de vedalaşıp, doğrudan uyku pozisyonu alıyoruz. Aşırı yorgunuz ve uyumamız lazım. O kadar yorgunuz ki sabah olduğunda, nasıl zamanın bu kadar hızlı geçtiğine isyan ediyoruz.
Rutin belli… Kalk, kahvaltı yap, hazırlan ve yola düş. Bu sefer çadır toplamak yok ama…
Yeni Arkadaşlarla Pedallıyoruz
Soluğu Mehdi’nin dükkanda alıyoruz. Çok iyi çocuk Mehdi, biz çok sevdik. Israrla İstanbul’a çağırıyoruz. Toyundan (düğününden) sonra hanımla geleceğine söz veriyor. Vedalaşıp, yola koyuluyoruz. Habip ve arkadaşı Davut ile buluşacağız. Aramızda da görev bölümü yapıyoruz. Mali, benzin ocakları için yakıt almaya gidiyor, ben ve Yasemin de erzak almak için markete. Markete varıyoruz, o da ne! İçeride röportaj var, bizim sokak röportajları gibi ama Karaağaç’ın yerel kanalıymış. Tabi hemen muhabirin dikkatini çekiyoruz ancak bizimle hemen ilgilenmiyor. Market sahibi ile İran’daki pahalılık üzerine bir röportaj yapıyor. Biz İran’a gelmeden hemen önce fiyatlarda yüzde 300 gibi bir artış olmuş. Neyse, muhabir işini bitiriyor ve sonra bana dönüyor. Röportaj yapmak istediğini söylüyor. “Tamam” diyorum kibarlık olsun diye. Ancak marketin önü bir anda kalabalık oluyor. Tamamen ilgi odağı biziz, Mali de hala ortalıkta yok. Yasemin de aradan kenara çekildi. Ben, muhabir ve kalabalık ile kaldım. Karaağaç ile ilgili birkaç güzelleme yapıp ve teşekkür ediyorum. Tekrar etmemi istedikleri Azerice-Farsça karışık bir cümle söylüyorlar. Onu da tekrar ediyorum. Birbirimize teşekkür edip, ayrılıyoruz.
Pedallamaya beş kişi devam ediyoruz. Tebriz’den ayrılalı neredeyse bir hafta olacak ve ilk kez aramıza birileri katılıyor. Mutlu oluyoruz. Genelde Mali, Habip ve Davud önden sürüyorlar. Yasemin ve ben de arkadan devam ediyoruz. Artık dağ yollarında olduğumuzdan tırmanış çok fazla var. Yasemin de henüz alışma safhasında. Habip sürekli, yokuşların az kaldığını söylüyor Yasemin’e… Yasemin ise aynı fikirde değil 🙂 Artık Habip ile Yasemin arasında bu konu bir şaka konusu olmaya başlıyor. Yasemin sorup, Habip yanıtladığında artık gülmeye başlıyoruz. 15 kilometre kadar gitmiştik ki Yasemin’le uzaktan bizim çocukların yanında beyaz bir araba görüyoruz. Herhalde yine polisler geldi diye düşünüyoruz. Yanlarına gittiğimizde ise büyük bir sürpriz bizi bekliyor. Mehdi… İşlerini halledip, arabaya atlayıp gelmiş. En çok Yasemin seviniyor; hemen çantalarını çıkarıp, Mehdi’nin arabaya atıyor. Boş bisikletle yola devam ediyor. Mehdi de biraz ileride piknik yapacağımız yol kenarındaki yere sürüyor. Mehdi’nin yanına varıyoruz. Şimdi bahsetmeyi atladık ama Habip ve Davut’ta dikkatimizi çeken birşey vardı. Sırt çantaları ile sürüyorlardı ve çantaları doluydu. Meğer bize yiyecek taşıyorlarmış. Hemen sofrayı donatıyorlar, bir güzel karnımızı doyuruyoruz. Bu esnada da Habip, rota üzerindeki bir köydeki arkadaşını arıyor. Aradığı arkadaşının ismi Sadık, bizim geleceğimizi söylüyor ve konak edilmemizi istiyor. Köy uzakta, varamayabiliriz. Ancak Habip, yolun iyi olduğunu ve varabileceğimizi söylüyor. “Tamam” diyoruz. Yemekten sonra Habip, Mehdi ve Davut ile vedalaşıyoruz.
Harika insanlar… Tertemiz, iyi kalpli, misafirperver ve yardımseverler. Kalbimize, yüreğimize dokunuyorlar.
Pedallamaya devam ediyoruz. Biraz ilerliyoruz ki bir araç duruyor. Karaağaç Belediye Başkanı. Geldiğimizden haberi vardı. Ayaküstü bir sohbet ediyoruz, “Hadi pedal basın da yetişin” diyor.
En Zorlu Rotamız
Pedalı basıyoruz, basmasına da… Bir süre sonra benim bisiklette bir gariplik var. Önce ön frenim, hemen ardından da arka frenim boşalıyor. Yokuş aşağı iniyorum, hızım da 40 km/s yakın, yol da virajlı. Soğukkanlı olmaya çalışıp, bisikleti ayaklarımla kontrollü bir şekilde durduruyorum. Hemen arkamdan gelen Mali, o şekilde bisikleti durdurduğumu görünce yanıma gelip sorunu soruyor. Hava sıcak, çok sıcak… Gölge de yok bakacak. Az ileri daha sürüyoruz. Yok, gölge yok. Bisikleti boşaltıyorum. Teknik olarak Mali kadar bisiklete hakim değilim. Disk fren bakım ve tamirine ise hiç hakim değilim. Disk fren bakım setini çıkarıyorum. Mali, yağ basmayı biliyor. Hem fren haznesinden hem de kaliperden yağ kaçırmış. Yeniden yağ basıyoruz ama geçici çözüm. Çünkü kalipere giden hortum yerinden çok oynuyor. Neyse idare edeceğiz böyle Zanjan’a kadar. Oraya varmamıza da bir hafta var.
Bu esnada yanımızda bir araç duruyor. Israrla konak olmamızı istiyor fakat bizim bu sorunu halledip, yola koyulmamız lazım. Kibarca kabul etmeyip, gönderiyoruz. Bisikleti toparlayıp, pedallamaya devam ediyoruz. Önümüzde çok çetin bir yol var ve akşam karanlığına asla kalmak istemiyoruz.
Sürdüğümüz yolda coğrafya bir süre sonra değişiyor. Ağaçlarla dolu bir vadide ilerliyoruz. Zaman zaman sağımızda zaman zamansa solumuzda bir dere akıyor. Yolun güzelliği bizi mutlu ediyor etmesine de artık yorulduk. Varmamıza da daha var. Hava da kararmaya başladı. Anlaşıldı! Gece karanlığında ancak varabileceğiz. Akşam 21.00’e doğru koyun sürülerini ve çobanları görmeye başlıyoruz. Sürüleri köye götürüyorlar. Köy yakınımızda demek ki… Köy, kısa bir süre sonra kendisini gösteriyor. Köyün girişinde çobanlara Sadık’ı aradığımızı söylüyoruz. Bir süre sonra da Sadık geliyor. Bizi köydeki evlerine götürüyor.
Çok yorgunuz… Eve varınca seviniyoruz. Bir avluya bisikletlerimizi koyduktan sonra eve geçiyoruz. Geniş bir salon ve mutfaktan oluşuyor. Sadık ve kardeşi Ali bizi eve davet ediyorlar. Evde bir süre sonra annesi ve kardeşleri de geliyor. Bize özel bir sofra hazırlıyorlar. Sofrada İran’da çok sevdiğimiz ev yapımı ayranları da var. Karnımızı doyururken, Tahran’dan misafirlerinin de geleceğini öğreniyoruz. Aslında biraz Sadık’lar bizi rica üzerine konak olarak kabul etmiş de olabilirler. Yemekten sonra misafirleri de geliyor. Onlarla da biraz sohbet ediyoruz. Hikayemizi anlatıyoruz. Ancak bir yandan da bir an önce uyumak için can atıyoruz. Belli ki burada yatmayacağız. Sadık ve kardeşi bizi yatacağımız yere götürüyor. Evin arkasında avludan geçen bir yoldan ilerliyoruz. Ahırın hemen üzerinde eski bir köy odası daha var. Ali ve eşi burada kalıyor anladığımız kadarıyla. Bize yer yatakları seriliyor. Ali de paravanın diğer tarafında uyuyacak. Uyuyacağız derken Sadık ve Ali odaya geliyor. Çay ve çekirdek getiriyorlar. Uzun bir sohbet de orada başlıyor. Ancak dayanacak gibi değiliz, sürekli gözlerimiz kapanıyor. Konak olmak güzel bir şey ancak özgür olamıyorsunuz. Sonuçta misafiriz… Bir buçuk saat kadar sonra gecenin bir vakti uyumak için yataklara çekiliyoruz.
Sabah uyanacak gibi değiliz. Çok yorgunuz. Sadık geliyor, kahvaltı getiriyor. Haliyle uyanıyoruz. Kahvaltı ise ekmek, tereyağı ve bal… Biraz acele ettiriyorlar bizi. Bir an önce göndermek ister gibiler. Misafirlerinden dolayı olduğunu düşünüyoruz. Kahvaltıdan sonra hızlı bir şekilde toparlanıyoruz. Güzel bir haber var. Sadık bizi traktörle bir yere kadar götürecek. Köyün hemen çıkışında bisikletlerle geçmenin neredeyse imkansız olduğu bir yokuş var. Çok bozuk bir yol ve 3 km kadar bir mesafesi var. Orayı elimizle iterek geçecektik. Çok dik bir yokuş. Bizi traktörle oradan geçirecekler. Bu habere çok seviniyoruz.
Bisikletleri alelacele traktöre yüklüyoruz. Alelacele çünkü anlamsız bir telaşla bizi göndermek istiyorlar. Aslında bir yandan da anlıyoruz. Misafirleri var ve öğlen mevlüd gibi bir şey olacakmış. Traktörün önüne Yasemin ve Mali oturuyor, ben (Murat) ise kasada bisikletlerle bu yolculuğu yapacağım. Yolculuk başladıktan kısa süre sonra kasada ne kadar yanlış bir şekilde oturduğumu anlıyorum. Bisikletler kayıyor, altında sıkışıyorum. Bir yandan da sarsıntıdan sürekli belimi vuruyorum. Neredeyse bir saatlik bir çıkışın ardından harap halde kasadan iniyorum. Sadık ve arkadaşı ile vedalaşıyoruz. Bu arada onlar gittikten sonra fark ediyoruz. Biz şapkalarımızı aşağıda unutmuşuz, Mali’nin de oldukça pahalı ön farı sarsıntıdan yolda düşmüş. Şapkalar neyse de aydınlatmaya yazık oldu.
2600 metredeyiz. Çantaları takıyoruz, pedallamak için hazırlanıyoruz. Artık Taht-ı Süleyman’a çok az yolumuz kaldı. Ancak hala tırmanmamız gereken yokuşlar ve aşmamız gereken dağlar var. Yolun asfalt olacağını söylemişlerdi ancak uzun bir süre asfalt bir yol göremiyoruz. Bazı yollar hala karla kapalı, alternatif bir patikadan yola tekrar bağlanıyoruz. Yol gittikçe yormaya başladı. Traktörle çıktığımız yolu asla elimizde çıkamazdık ancak bisikletler hala elimizde… Çünkü son derece iki dik tırmanış var ve yüklü bisikletle oraları çıkmakta zorlanıyoruz. Uzun bir süre tırmandıktan sonra nihayet tırmanışları bitiriyoruz. Bu sırada Mali’nin ön bagajı kırılıyor. Cırt kelepçelerle tutturduk ancak ikimiz de bunun geçici bir çözüm olduğunu biliyoruz. Fakat akşamı da buluyoruz. Şimdi bu kadar tırmanmanın acısını uzun bir inişle çıkaracağız. Kendimizi inişe bırakıyoruz. Bir köyde durup, su tedariki yapıyoruz. Hala Türkçe konuşmaya da devam ediyoruz. Bir akarsuyu kamp noktası olarak gözümüze kestirdikten sonra çevresinde keşif yapmaya başlıyoruz. Akarsu kenarlarında kamp kurmak gerçekten keyifli. Suyun o dinlendirici sesiyle tüm gece rahat bir uyku çekebiliyorsunuz. Yer konusunda netleştikten sonra da çadırımızı kuruyoruz. Ne iki gündü… Tamam diğer günler de zordu ancak bu iki gün daha da zordu. Artık yolun sonuna gelmek üzereyiz. Taht-ı Süleyman çok yakın. Gerçekten merak ediyoruz bunca eziyete değmiş olacak mı diye… Yemeği yiyip, laflarken Yasemin kafa fenerini yakıyor ve dehşetle yüzüme bakıyor. “Murat ne oldu yüzüne” diyor. Anlamsızca bakıp, “Ne olmuş benim yüzüme” diyorum. Mali de şaşırıyor. “Söylesenize arkadaşlar” diyorum. Fotoğraf çekip gösterdiklerinde neden bu kadar şaşırıp, paniklediklerini anlıyorum. Çünkü bir gözüm yok… O kadar şişmiş ki kapanmış artık. Ve ben bunu hiç hissetmedim onlar söyleyene kadar. Böcek ya da sinek göz kapağımı ısırmış. Hemen böcek ısırmalarına karşı yanımıza aldığımız kremi sürüyorum. Sonra da gidip yatıyoruz. Suyun o dinlendirici sesi hemen kulaklarımızda. Günlerce otoyol kenarında yatmıştık. Doğanın sessizliği içerisinde uyumak gerçekten harika.
Sabah uyanır uyanmaz selfie çekiyorum. Aklım gözümde… Evet daha da kötü durumda diyebilirim. Kapanmış tamamen… Elden gelecek bir şey yok, bir haftaya geçer. Mali mideyi bozmuş. Dinlenmesi gerekiyor. Yolda dikkatli olmak gerekiyor. Ancak Mali biraz yemeyi seven biri ve bu yüzden ne bulursa yiyor. Onun midesi, benim gözüm derken yola biraz geç çıkıyoruz.
Yolda çok da farklı bir şey yok. Yine dağlar arasında yokuş çıkıp iniyoruz. Bir bakkalda yemek molası veriyor. Yemek dediğimiz de cips, kola vs. Bu yemek işini düzene koymamız gerekiyor. Kısa bir süre sonra Tikap – Zanjan yolunda buluyoruz kendimizi. Yol birleşirken Mali sağa döneceğiz demişti. Yaklaşık 5 km sonra yanlış tarafa döndüğümüzü anlıyoruz. Geri dönüp soldan devam ediyoruz. Maalesef bu yol, İran’da iyi anılar bırakmadı. O misafirperver İran halkından burada pek yok. Yol boyunca korna ile taciz edip, hareket yaptılar. İlk kez İran’da başımıza bunlar geldi. Tatsız bir durumdu ama koskoca ülkede çürük yerler de olacak tabi ki…
Taht-ı Süleyman’a Vardık
Ahmedabad’a kentine akşam üzeri vardık. Taht-ı Süleyman artık çok yakında… Bu akşam yakınlarında kamp kurmayı planlıyoruz. 10 km kadar daha gittikten sonra hedefimize varıyoruz. Ancak Yasemin’in hiç hali kalmadı. Çok yorgun, pedal çevirecek gibi değil. Cesaretlendirmek için elimden geleni yapıyorum. Bu arada kamp hazırlıklarına da başlıyoruz. Mali, çörek almaya gidiyor. Biz de Mali’yi bekliyoruz. O esnada eski, beyaz bir Pegeout otomobil yanımızda durup, İngilizce bir şeyler diyor. Türk olduğumuzu öğrenince de başlıyor Türkçe konuşmaya. Abimizin ismi Eyüp, Taht-ı Süleyman’a yakın bir yerde oteli varmış. Bizi oteline davet ediyor. Bu arada Lonely Planet İran kitabında da kendisinin olduğunu ekliyor. Telefondan çıkarıp bakıyorum kitaba. Lonely Planet her zaman için harika bir rehber olmuştur. Evet, kitapta var. Otel daveti çok cazip ancak bir türlü emin olamıyorum. Benim emin olamadığımı ve kaçamak yanıtlar verdiğimi görünce de “Ben, diğer İran’lılar gibi taarof yapmıyorum. Bu akşam misafirim olacaksınız o kadar” diyor. O esnada da Mali çöreklerle geliyor. Durumu açıklıyorum. Mali ile göz göze geliyoruz. Gözlerinde “Para istiyor mu?” sorusunu okuyabiliyorum. “Hayır” diye işaret yapınca, Mali de gülümsüyor. Teklifi kabul ediyoruz etmesine de bir sorunumuz var. Yasemin aşırı yorgun ve kalan kilometreleri nasıl gidecek bilmiyoruz. Eyüp Abi’ye çantaları alır mı diye soruyoruz. Kendisi ise sadece çantaları değil, bisikleti ve Yasemin’i de alacağını söylüyor. Yasemin’i görmeniz gerek… Yeniden yaşam belirtisi gösteriyor bu teklifi duyunca. Hemen çantaları söküyor, bisikleti araca yüklüyoruz. Yasemin bize el sallayıp devam ediyor. Şimdi burada tabi ki bir güven meselesi var. 15 dakika önce tanıştığımız birine Yasemin’i emanet etmek riskli gözükebilir. Ancak yolda insanları anlayabiliyorsunuz. Kime güvenip, güvenmeyeceğinizi o an çözebiliyorsunuz. Yasemin gittikten sonra biz de Mali ile toparlanıp, Eyüp Abi’nin bize gösterdiği konuma doğru pedallamaya başlıyoruz. Pedalladıkça aslında ben de yorgun olduğumu anlıyorum. Bir süre sonra karşımızda Süleyman’ın Zindanı beliriyor. İhtişamlı duruyor. İlerleyen günlerde burayı da gezeceğiz. Yaklaşık bir saatlik bir sürüşün ardından Eyüp Abi’nin oteline varıyoruz. Otelin adı Ater Eco Resort. 5-6 odalı şirin bir otel. Otelin en güzel yanı ise doğrudan Süleyman Zindanı manzaralı olması.
Eyüp Abi otelde bize üç kişilik bir oda veriyor. Hemen sıcak duşa giriyoruz sırasıyla…. Buna gerçekten ihtiyacımız vardı çünkü günlerdir yıkanmamıştık. Birkaç saat sonra Eyüp Abi’nin arkadaşları da geldi. Bizden bahsetmiş. Yemekten sonra Ramin Abi, sazıyla Türkçe şarkılar çalıp söyledi. Bektaşiler ve söyledikleri türküler de Bektaşi türküleriydi. Yorgunduk ama sohbet ve türkü faslı da dinlendirici oldu.
Günler süren Taht-ı Süleyman yolculuğumuzda burada sonlanmış oldu. Zor ama keyifli bir rotaydı. Birçok sefer isyan ettik ancak dönüp arkamıza baktığımızda değdiğini kesinlikle söyleyebiliriz.
Eyüp Abi’nin otelinde yaşadıklarımız ve Taht-ı Süleyman gezimiz bir sonraki yazımızın konusu olacak. Okumak için tıklayabilirsiniz.